İlk defa gidiyorsanız kendine özgü doğası, mimarisi ve etkileyici kültürüyle Doğu Karadeniz sizi şaşkına çeviriyor.
Çünkü gördüğünüz hiçbir yere benzemiyor. Artvin de bu baş döndürücü coğrafyada güzelliğiyle en çok dikkat çeken yerlerden. Artvin’e gidiyorsanız çarşı pazar gezmeyi unutun. Öyle güzellikler göreceksiniz ki bunlar aklınıza gelmeyecek bile. Neredeyse yüzde 95’i ormanlarla kaplı şehrin büyük bölümü sarp dağlarla çevrili. Kenti ikiye bölen Çoruh Nehri ise Artvin’e hem şekil hem hayat vermiş. Hele bir de sonbaharda gittiyseniz renkleriyle şov yapan doğadan gözlerinizi alamayacaksınız. Bir duvak kadar zarif Gezime Artvin’in Karadeniz’e açılan iki kapısından biri olan Arhavi’den başlıyorum.
Artvin’deki birçok yerleşim yeri gibi vadi eteklerine kurulan Arhavi’deki ilk durağım Çifte Köprü oluyor.
Karadeniz’de sıkça karşınıza çıkan kemerli köprülerin en güzel örneklerinden. Kamilet ve Soğucak derelerinin birleştiği noktaya kurulu köprülerin 1850’li yıllarda inşa edildiği tahmin ediliyor. Buradan 3.5 km sonra Asma Köprü’nün yakınlarına aracı park edip 20 dakika kadar tırmanıyorum. Türkiye’nin en yüksek şelalelerinden olan Mençuna Şelalesi’nin baharda coşkun akan suları, yazın bir duvak kadar zarif oluyor. Yavuz Sultan Selim’in ismini verdiği Hopa, denize açılan ikinci kapı. Sultan Selim, Batum seferinde dağlarda konaklarken gördüğü sahil şeridinin güzelliğinden etkilenerek ona Acemce ‘güzel’ anlamına gelen Hop ismini verir. Zamanla isim Hopa’ya dönüşür.
Karagöl, Borçka
Hopa, Sarp Sınır Kapısı’yla bizi Gürcistan’a bağlayan önemli geçiş noktası aynı zamanda. Vadinin içerilerine ilerlediğimde sarp tepelerin yeşile boyandığı Borçka karşılıyor beni. Öğle yemeği molası için yol üstünde Nigozmeri ismiyle dikkatimi çeken pansiyonda duraklıyorum. Bölgede yaygın olarak kullanılan Gürcücede nigozmeri, ‘cevizlik yer’ anlamına geliyormuş. Hatice Hanım’ın işlettiği pansiyona girince gürül gürül yanan kuzinedeki ekmek kokusu sarıyor ortalığı. Buralardaki restoranlarda pek bulamadığınız yöresel mutfaktan harika şeyler hazırlamış. Cinçar (ısırganotu) çorbası, peynir eritmesi, silor ve turşu kavurması var menüde. Bazı yerler için ne söylense az kalır ya, Karagöl işte o yerlerden. Hafifçe bastıran sis öyle büyüleyici bir etki katmış ki, yeşilin derinliklerinde kaybediyorsunuz kendinizi. Kafamı yukarılara çeviriyorum, önceki gidişimde uğradığım Heba ve Atanoğlu yaylalarını arıyorum. Karagöl’e bakan sırttaki iki yayla öyle muhteşem konuma sahip ki bir yanınız Karagöl ve Karadeniz, diğer yanınız Karçal’ın zirveleri. Karçal’ın eteklerindeki Beyazsu ve Gorgit yaylalarına patikayla kolayca ulaşabiliyorsunuz.
Cehennem Deresi Kanyonu, Ardanuç
Heba Yayla Evi’ni işleten Burhan Bey ve eşi Saniye Hanım’la geçen yaz topladığımız yabanmersinlerinin tadı hâlâ damağımda… Kartal yuvası gibi Artvin yaylaları arasında en ünlüsü Kafkasör Yaylası. Adını haziranda yapılan boğa güreşleriyle duyuran yayla, bu dönemde on binleri ağırlıyor. İki yüzyıldır devam eden gelenek sayesinde boğa yetiştiriciliği bir tutkuya dönüşmüş bu topraklarda. Geceyi Gürcistan’a sınır Maçahel’de geçiriyorum. Karçal Dağları’yla çevrili Maçahel benzersiz ormanları ve bitki çeşitliliği sayesinde Türkiye’de biyosfer rezervi unvanını alan tek yer. Kafkas arılarının dünyada saflığını kaybetmediği 2-3 alandan biri. Elde edilen bal her derde deva. Yöresel mimariyle inşa edilen Camili Köyü Merkez Camisi’nin yapımında yıllara meydan okuyan kestane ağacı kullanılmış. İçiyse yeşil ve kırmızının hâkim olduğu bitkisel motiflerle bezenmiş. Yürüyüş patikalarıyla çevrili bölgede önce Maral Şelalesi’ne çıkıyorum sonra yaylalardan Fındıklı’ya. Artvin yolu boyunca Türkiye’nin ‘Delioğlu’ Çoruh Nehri bana eşlik ediyor. Artık deliliğinden eser kalmamış. “Eskiden coşkuyla akan nehrin rengi kahverengiydi, önüne kattığını götürürdü.
Köylere, yaylalara, zirvelere yakın göllere çıkarıyor yollar sizi. Erikli Yaylası, gerçek yayla yaşamına şahit olabileceğiniz yerlerden. En güzel örnekleriyle Şavşat evlerini de burada görebiliyorsunuz.
Barajlardan sonra sakinleşen Çoruh şimdi turkuvaza döndü, bazı yerlerde aktığını bile anlamıyorsunuz” diyordu konuştuğum amca. Çoruh Nehri üzerinde biri inşaat aşamasında olan 5 baraj var şu an. Uzaktan kartal yuvasını andıran Artvin, dağın yamacına kurulmuş. Yokuşlu yolları takip ederek burada uğramak istediğim yere, Atatürk Heykeli’ne varıyorum. Şehre tepeden bakan heykel, 22 metre yüksekliğinde ve dünyanın en büyük Atatürk heykeli. Merkezden ulaşılan Hatila Vadisi Milli Parkı’nda kurulan Türkiye’nin en yüksek cam terasıysa sonraki durağım. 220 metre yükseklikteki terastan vadiye bakmak büyük cesaret istiyor. Fakat terasın ucunda sizi karşılayan manzara, tüm tereddütlerinizi alıp götürüyor. Kış aylarında gidenler için Artvin’de bir de kayak merkezi var. Dönüş yolunda gördüğüm Artvin Kalesi adeta şehrin 5 bin yıllık geçmişini hatırlatır şekilde heybetli. Osmanlı döneminde ‘Livane’ olarak anılan Artvin, tarih boyunca birçok kez el değiştirir. Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı egemenliğine girer. 1828’de savaş tazminatı olarak Ruslara bırakılan bölge, daha sonra İngiliz ve Gürcü işgaline uğrar ama 1921’de anavatana kavuşur.
Şehir merkezindeki Osmanlı- Türk mimari şaheseri olan Artvin Kültür Evi’nde kısa bir mola veriyorum. Artvin kültürüne özgü süslemelerle bezeli bina, artık yöresel yemekleri tadabileceğiniz bir mekân olmuş. Köylerde görülen ahşap camilerin aksine Merkez Çarşı Camisi, kesme taştan yapılmış. İlerlemek için yolumun üzerindeki Deriner Barajı’nın bitmez gibi gelen virajlarını tırmanmam gerekiyor önce. Buradan Cehennem Deresi Kanyonu’na uğramak üzere Ardanuç’a çeviriyorum yönümü. İsmi çok duyulmamış bu doğal güzelliğin dünyanın ender kanyonlarından biri olduğu söyleniyor. Dar girişinden geçip bir süre kanyonda ilerliyorum. Şavşat’a doğru yol alırken Çoruh kollarıyla yine bana eşlik ediyor. ‘Kara orman’ın güzelliği Yeşillikler içerisindeki Şavşat, Türkiye’deki ‘Cittaslow’ yani ‘sakin şehir’ unvanına sahip yerlerden…
Sokaklarında dolaşırken herhangi bir Anadolu kasabasından farkını hissetmiyorsunuz ancak asıl güzelliğini şehirden uzaklaştığınızda görüyorsunuz. Şavşat’ın bu yüzünü görmek için sabahı zor ediyorum. Sabahın ilk ışıklarını Şavşat’ın hemen üstündeki Yavuzköy’de seyir terasından izliyoruz. Göz alabildiğine uzanan vadide, Yavuzköy muhteşem görünüyor. Evlerin bacalardan süzülen dumanlarla köyde hayat başlıyor. İsmini Gürcüce ‘kara orman’ kelimesinden alan Şavşat’ın en etkileyici yanı el değmemiş doğası. İlerledikçe güzellikler sarıyor etrafınızı. Köylere, yaylalara, zirvelere yakın göllere çıkarıyor yollar sizi. Maden Köyü, Erikli Yaylası, Arsiyan Yaylası, gerçek yayla yaşamına şahit olabileceğiniz yerlerden. En güzel örnekleriyle Şavşat evlerini buralarda görebiliyorsunuz. Çivi kullanmadan yapılan evler tahtaların birbirine geçirilmesi yöntemiyle inşa edilmiş. Artvin’in üç Karagöl’ünden biri burada. En az Borçka kadar eşsiz bir güzelliği olan Şavşat Karagöl, ladin, çam ve köknar ağaçlarıyla çevrili. Yakınlardaki Aşağı Koyunlu Yaylası, Balık Gölü, Kocabey Kışlası, Papart Vadisi ve Gürcülerden kalma, 10’uncu yüzyılda yapılmış Tibet Kilisesi’ne kadar birçok yeri geziyorum. Efkâr Tepesi’ne çıktığımdaysa Şavşat’ın büyülü coğrafyası önüme seriliyor ve şansıma bu gece manzaraya akordeonla çalınan ‘Atabarı’ eşlik ediyor. Güler yüzlü insanları, muhteşem doğasıyla Artvin, benim için Doğu Karadeniz’in en özel yerlerinden biri olarak kalacak.